26 Mayıs 2016 Perşembe

MENDERES’İN DRAMI: DARBE GÜNÜ NELER YAŞANDI?


Başvekil Adnan Menderes, 25 Mayıs 1960’ta beraberinde Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve yirmiden fazla mebus olduğu halde Eskişehir’e gitmişti. Menderes ve heyetini havaalanında karşılayan hava subayları, saygı yürüyüşü yapıyorlardı ama Başvekilin önünden geçen subayların yumrukları sıkılıydı. Menderes bu durumu fark etse de bir anlam verememişti.

Havaalanından şehre geçen Menderes’i coşkulu kalabalıklar karşılamış ve Başvekilin keyfi yerine gelmişti. Etrafını saran kalabalıklar, DP’nin Meclisteki sayısal çoğunluğu, her sözünü tasdikleyen bürokratlar, yaklaşmakta olan darbeyi görmesini engelliyordu.

İhtilalden önceki gece yani 26 Mayıs Perşembe akşamı Eskişehir Ticaret Odası, Şeker Fabrikasında Başvekil Onuruna bir ziyafet vermişti. Yemekle birlikte içki servisi de yapılıyordu. Sık sık kadeh kaldıran Menderes’in neşesi yerindeydi. Masada olan Eskişehir 1. Hava Üssü Komutanı General Bedii Kireçtepe sadece saatler sonra gerçekleşecek darbeden haberdardı ama hiç renk vermedi.
Saatler yarımı gösterdiğinde Menderes salondan ayrılarak geceyi geçireceği misafirhaneye geçti. Başvekil daha uykuya yeni dalmıştı ki gece saat 02’de yattığı dairenin kapısı çalındı. Gelen özel kalem müdürüydü. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un aradığını ve konunun acil olduğunu söyledi.

Erdelhun; ‘‘Ordunun bazı birlikleri İstanbul ve Ankara’da harekete geçmiş. Bunlar galiba önceden hazırlanmış genç subaylar. Ben işin mahiyetini tamamıyla anlayınca zatı alinizi bilgilendiririm. Fakat hükümet Reisi olarak harekete geçerseniz bu teşebbüsü kolayca bastırırız’’ diyordu.
Yüzünün rengi sapsarı olan Menderes Erdelhun’a güvendiği bazı generallerin adını saydı ve onlarla irtibata geçip geçmediğini sordu.  Aldığı ‘İrtibat kuramadım’ cevabı, Başvekilin endişesini daha da artırmıştı. Başvekil, Genelkurmay Başkanı Erdelhun’un bile bu konuşmadan kısa bir süre sonra cuntacı genç subaylar tarafından tutuklanacağını tahmin bile edemezdi.

Menderes aceleyle hazırlanarak vilayet binasına geçtiğinde Hasan Polatkan ve birkaç mebus ile Eskişehir Valisi zaten oradaydı. Başvekil İstanbul’da hiç kimseye ulaşamıyordu. O nedenle İstanbul’a en yakın il olan İzmit valisini arattı. Vali, ihtilalin İzmit’te de başladığını, İstanbul ile telefon hatlarının kesik olduğunu, Gölcükteki donanma subaylarının da ihtilale destek verdiğini, isterse polis ve Jandarmayı alarak ihtilale direnebileceğini söyledi.

Başvekil İzmit valisine telefonumu bekle dedikten sonra Eskişehir Valisine döndü ve Hava üssünü aramasını, hazırlanacak bir uçağın kendisini derhal İzmit’e götürmesini istedi. Tam bu sırada Valinin telefonu çaldı.
Arayan akşamki yemekte Menderes ile kadeh kaldıran Hava üssü komutanı Tuğgeneral Bedii Kireçtepe idi. Valiye ihtilali haber verdi ve bizden misin değil misin? diye sordu. Vali heyecandan ne diyeceğini bilemedi. Menderes uçakla hiçbir yere gidemeyeceğini anlamıştı. Zemin hızla Menderes’in ayağının altından kayıyordu…

Başvekil ve Polatkan iki araba hazırlatıp gecenin karanlığında Kütahya’ya doğru yola çıktılar. Bir gün önce muhteşem bir konvoyla karşılanan Başvekil adeta yapayalnız kalmıştı ve kime güveneceğini bilmiyordu. Arabada Ankara Radyosunu açtılar, marşlar çalınıyordu. Sonra marşlar sustu ve gece tam 03’te Albay Alparslan Türkeş o meşhur ihtilal bildirisini okudu. Ardından da tutuklanan kişilerin isimleri okunmaya başladı. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Bakanlar, Milletvekilleri… Arabadaki endişe yerini korkuya bırakmıştı.

İki araçlık konvoy sabahın ilk ışıkları ile Kütahya’ya girmek üzereydi. Bu sırada iki jet yere çok yakın uçtuğu için büyük tehlike atlattılar. Sonra radyodan ihtilalin liderinin Cemal Gürsel olduğunu öğrendiler. Menderes tuhaf bir şekilde iyimserdi. Cuntanın, Gürsel’i lider yapmasına adeta sevinmişti.  ‘Hiç olmazsa artık hayatımız emniyette. Gürsel’i önümüzdeki seçim İzmir’den aday gösterecektik’ dedi. Başına gelecekleri hala tahmin bile edemiyordu…
Arabalar doğrudan Kütahya Valiliğine gitti. Saatler ilerledikçe Başvekil yapacağı fazla bir şeyin kalmadığını anlamıştı. Menderes Valinin makamındayken Garnizon komutanı valiyi aradı ve Menderes ve arkadaşlarının hazırlanmasını, birazdan uçakla Ankara’ya götüreceklerini söyledi. Vali emri naklettiğinde Başvekilin cevabı ‘Bekliyoruz, buyursunlar’ oldu.

Askerler hemen gelmedi vilayete… Bekleyiş sürdükçe Menderes’in canı iyice sıkıldı. Garnizon kumandanı Albay Süleyman Demet, valinin odasına geldiğinde Menderes’e asker selamı verdi. Albay bizim yapabileceğimiz bir şey yok diyerek Menderes’i teslim aldı. Menderes ve Polatkan önde Albay arkada merdivenlerden indiler ve arabaya binip havaalanının yolunu tuttular. Kütahya’dan bindikleri küçük bir uçak onlar Eskişehir’e getirdi.

Eskişehir’de bu kez bambaşka bir ortam vardı, askerlerde en ufak bir saygı emaresi yoktu. Menderes ve arkadaşları başka bir uçakla Ankara’ya nakledildi. Ankara’ya indiklerinde veteriner General Burhanettin Uluç, elinde tomsonla Menderesi karşıladı ve namlusu ile yürümesi gereken yolu işaret etti.
Hava subaylarından Fikret Kuytak ve Mucip Ataklı Menderese hakaret ettiler, el kol hareketi bile yaptılar. Ardından da askeri bir cipe bindirip Harp Okulu binasına getirdiler.

Menderes iki gün önce rutin bir yurt gezisine çıktığında, Ankara’ya bu şekilde döneceğini asla tahmin edemezdi.

Bir kaç yıl önce parti grubuna yaptığı konuşmada ‘‘Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz’’ diyen muktedir siyasetçi, artık kendi ülkesinde esirdi...













27 Nisan 2016 Çarşamba

BİR DÖNEMİN ÖZETİ: 27 NİSAN


Bundan tam 9 yıl önce 27 Nisan 2007’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi, 367 krizi nedeniyle rejim sorununa dönüştü. O gece e-muhtıra olarak tarihe geçen 27 Nisan bildirisi yayımlandı ve Türkiye çalkantılı bir dönem yaşadı.

2007 yılında bir Başbakanlık muhabiri olarak gecem gündüzüm dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı takip etmekle geçiyordu. İşte o nedenle o süreçte birçok olaya tanıklık ettim. Cumhurbaşkanlığı seçimine dair tartışmalar aylar önce başlamıştı. Genelkurmay Başkanına göre Cumhurbaşkanı olacak kişi Cumhuriyet değerlerine ‘sözde değil özde bağlı olmalı idi. Kulislerde, Genelkurmay Başkanının bu sözlerinin hedefinin, Başbakan Erdoğan olduğunu konuşuluyordu.

Ana muhalefet partisine göre iktidar partisi sayısal çoğunluğuna güvenerek istediği kişiyi Cumhurbaşkanı seçemezdi. Oylama yapılabilmesi için TBMM Genel Kurulu’nda en az 367 milletvekilinin bulunması gerekiyordu.  Bu ise 354 üyesi olan AKP için ‘kriz’ anlamını taşıyordu. Cumhurbaşkanı Sezer de ordu ve ana muhalefet ile paralel hareket ediyor ve iktidarı hedef alan açıklamalar yapıyordu.

14 Nisan 2007’de Ankara Tandoğan’da Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ile bazı STK’ların organize ettiği mitinge, yüz binlerce kişi katıldı. Sokaklar hareketli idi… Seçime doğru yaklaşırken o dönemki vesayet düzenini oluşturan ‘sivil-asker bürokratik elit’, olanca açıklığıyla sahneye çıkmıştı.  Yargı, asker, üniversiteler siyasetin içindeydi.

O günlerde AKP içinde ibreler, hem Meclis’teki hem de sokaktaki muhalefetin ‘seçtirmeyiz’ tavrına rağmen Başbakan Erdoğan’dan yanaydı. Ancak Erdoğan gelen tepkilerden olsa gerek 24 Nisan 2007 Salı günü, kendisi aday olmak yerine Abdullah Gül’ü aday gösterdi.

AKP kurmayları muhalefetin 367 tezine katılmasalar bile tartışmaları bitirmenin en kolay yolunun, toplantı günü 367’yi sağlamaktan geçtiğini anlamışlardı bunun için çaba gösterdiler ama olmadı. Seçim günü Erkan Mumcu’nun Anavatan Partisi ve Mehmet Ağar’ın DYP’si askerden korkup oylamaya katılmayınca CHP seçimin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu.

Genelkurmay Başkanlığı, o gece resmi internet sitesinde bir bildiri yayımlayarak cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale etti. İktidara karşı oldukça ağır ifadeler içeren bildiri E-muhtıra olarak tarihe geçti. İktidar, bildiri yayınlanmadan önce haberdar oldu ve bildirinin yayınlanmasını engellemeye çalıştı ancak başarılı olamadı.

O gece ne Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ne de Cumhurbaşkanı Sezer Başbakan Erdoğan’ın telefonlarına çıkmadı. Ankara en uzun gecelerinden birini yaşıyordu. AKP kurmaylarından bazıları gece yarısı Gül’ün ikametgâhı olan Dışişleri Konutu’nda toplandılar. Başbakan Erdoğan ise Gül’ün yanına gelmek yerine gelişmeleri evinde takip etmeyi seçmişti. Dışişleri konutu ile Erdoğan arasında birkaç kez telefon trafiği yaşandı.

Ankara iyiden iyiye ‘muhtıra’ havasına girmişti ve ne yazık ki hiç kimse ‘kesinlikle darbe olmaz’ diyemiyordu. İktidar ne yapacağını düşünüyordu. Haber kanallarındaki yorumlar hiç de hayra alamet değildi. Bir gün önce kendisini bir hayli güçlü hisseden iktidar gece yarısı bildirisinin ardından birden bire yalnızlaşmıştı.
28 Nisan Cumartesi sabahında da Ankara’ya derin bir sessizlik ve endişe hâkimdi. Başbakan Erdoğan’ın önceden açıklanan programında, Ankara’da yapılacak Kızılay Genel Kurulu’nda konuşması öngörülüyordu. Erdoğan’ın katılıp katılmayacağı merak edilirken Erdoğan o toplantıya gitti ancak gazetecilerin sorularını cevaplamaktan kaçındı.

Erdoğan konuşmasında Türkiye’nin doğal afetlerde olduğu gibi siyasi afetlerde de ağır bedel ödediğini söyledi. Erdoğan. “Milletimiz, afet bekleyen, felakete yol açan fırsatçılara fırsat tanımıyor ve tanımayacak."   diyerek ilk mesajını vermişti. Ancak mesajın, Erdoğan’ın siyasi üslubu da göz önüne alındığında çok zayıf olduğu ortadaydı.

Erdoğan, Gül ve diğer AKP kurmayları öğleden önce 11 civarında Başbakanlık konutunda bir araya geldi. Bildiriye, bir karşı bildiri ile cevap verilmesi kararı almışlardı. Karşı bildiriyi hükümet adına Adalet Bakanı ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek okurken elleri ve sesi titriyordu…

28 Nisan gününden hatırımda kalan, muhtıraya üzülen ve darbe ihtimaline karşı endişe duyan 3-5 gazeteciden biri olduğum idi. Muhtıra öncesinde ve bu günlerde (2016) iktidarın yanında gibi gözüken gazetecilerin o gün sevinçten bir çığlık atmadıklarını görmüştüm.

Bir gün sonra CHP lideri Baykal ‘Mahkeme 367 gereksizdir derse çatışma çıkar’ beyanatıyla yangına körükle gitti. Yüksek mahkeme CHP’nin başvurusunu 96 saat gibi kısa bir sürede 1 Mayısta karara bağlayarak Meclis’in toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiğine hükmetti ve seçimin ilk turunu iptal etti. Mahkemenin kararının sivil siyasete müdahale olduğu açıktı. İktidar mahkemenin 367 kararını ‘siyasi’ olarak değerlendirse bile kararı kabullenmek zorunda kaldı. İktidar erken seçim kararı alarak Cumhurbaşkanlığı seçimini yeni Parlamentoya bıraktı.

Erken seçim kararının hemen ardından Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, 4 Mayıs 2007’de İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisinde sürpriz bir görüşme yaptı. ‘Dolmabahçe mutabakatı’ başlığıyla gazetelere yansıyan görüşmenin ardından ülkedeki muhtıra havası yavaş yavaş dağıldı ve normalleşme süreci başladı. Görüşmenin içeriği hakkında taraflar ne o gün ne de sonra hiçbir açıklama yapmadı…


367 kararı bu güne kadar çok tartışıldı. Ancak belki de bu karar sayesinde ülke, daha ağır krizler yaşamaktan kurtuldu. Eğer mahkeme ‘367’ye gerek yoktur’ şeklinde bir karar alsaydı Cumhuriyet mitingleri için sokaklara dökülen yüz binlerce kişiyi teskin etmek oldukça güç olacaktı. Üstelik o yüz binlerin karşısına başka yüz binlerin dikilmeyeceğinin garantisi de yoktu.  27 Nisan bildirisini yayımlayarak Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ü örtülü bir şekilde ‘düşman’ ilan eden ordunun bu durumu kolayca kabulleneceğini düşünmek de biraz fazla iyimserlik olacaktı. Belki de bir darbe atlatılmıştı... 

22 Nisan 2016 Cuma

ASUMANLARIN GÖZYAŞI DİNER Mİ?

Bir gazeteci olarak birçok trajediye şahit olsam da hiçbir zaman etkisinden kurtulamadığım bir hikâye var hafızamda. Asuman’ın ve bebeğinin hikâyesi...

4 Mayıs 2009 gecesi Mardin'in Mazıdağı İlçesi'ne bağlı Bilge köyü, eşine az rastlanan bir katliama sahne olmuştu. 7'si çocuk tam 44 kişi, komşuları hatta akrabaları tarafından kurşunlanarak katledilmişti. Bir nişan evini basıp rasgele ateş edenler arasında, öz teyzesini öldüren 14 yaşında bir erkek çocuk bile vardı.

Ertesi gün öğle saatlerinde Bilge köyündeydim. Saldırıdan geriye anne ve babasından en az birini kaybeden 48 yetim ve öksüz ile büyük bir acı ve aynı büyüklükte bir öfke kalmıştı.  Köyün hemen girişindeki mezarlığa kazılan 44 mezar, ağıt yakan kadınlar, gözü yaşlı bebekler…

Bilge köyü korucu köyü olarak bilinen bir köydü. Bu nedenle ilk saatlerde olayın bir terör eylemi olduğu varsayılıyordu. İlerleyen saatlerde medya her zamanki aceleciliği ile ‘töre cinayeti’, ‘namus cinayeti’ , ‘kan davası’ başlıklarını atmaya başlamıştı bile. Oysaki katliamın nedeni bambaşka idi. Köylüler ile yaptığımız görüşmeler sonrası asıl nedenin, soyadları bile aynı akraba iki aile arasındaki rant kavgası ve haset olduğunu öğrendik.

Tetiği çekenler tutuklanmıştı ancak aileleri hala köydeydi ve köy barut fıçısı gibiydi. Jandarma, rövanş için yapılacak yeni bir katliama engel olmak için nöbet bekliyordu. Saldırganların ailelerini köyden tahliye etmekten başka çözüm olmadığı anlaşıldı. Ancak bu tahliye hiç de kolay olmayacaktı ve olmadı da…

Katliamı düzenleyen ailenin gelini mağdur ailenin kızı olan 21 yaşındaki Asuman Çelebi, annesini ve 4 kardeşini toprağa vermişti. Gerçi tetiği çekenlerin arasında Asumanın eşi Şükrü Çelebi yoktu ama eşinin 6 erkek kardeşi vardı. Eşinin ailesi artık Asuman ve ailesi için düşmandı…
5 Mayıs akşamı Bilge köyünde hava kararmak üzereydi. Köyün arka tarafında ıssız bir köşede adını hatırlamadığım Jandarma komutanı ile muhtar diye bilinen Ramazan Çelebi’nin konuşmalarına şahit oldum.

İki adamın yanlarında bitkin halde gözyaşı döken genç bir kadın ile 14-15 yaşlarında bir çocuk duruyordu. Asumandı o genç kadın, hayatının en ağır imtihanını yaşıyordu….

Baba Ramazan Çelebi jandarma komutanına, kızını düşman aileyle göndermeyeceğini söylüyordu. Asuman da gitmek istemiyordu aslında. Asuman hamileydi ve ayrıca 1,5 yaşında da bir oğlu vardı. Asıl dram ise o anda yaşandı.  Babası Asumandan 1,5 yaşındaki çocuğundan ayrılmasını,  çocuğu babasına vermesini istiyordu. Üstelik henüz birkaç aylık hamile olduğu bebeğini de doğurduktan sonra karşı tarafa teslim edecekti. Genç kadının 15 yaşındaki erkek kardeşi Aziz Çelebi ise ‘‘Eğer kocanla gidersen seni ve yeğenimi düşman kabul eder öldürürüm’’ tehdidinde bulunuyordu.

Olay o kadar trajikti ki Asumanla birlikte bu diyaloğa şahit olanlar da gözyaşlarına hâkim olamadı. Babası ve çocuğu arasında tercih yapmak zorunda kalan Asumanın dünyası bir kez daha yıkıldı.

Ertesi gün gazetem ‘Asuman ne Yapsın?’ başlığıyla manşete taşıdı Asumanı. Herkes o haberle haberdar oldu bu olaydan. Asuman Bilge katliamının sembol ismi olmuştu birden bire. Herkes Asumanı arıyordu. İşte o gün verdi kararını Asuman. Öz çocuğunu eşinin ailesine teslim etti. Annesinin mezar taşına sarılıp ağlarken gördüm bu kez onu. Evladı yerine bağrına taş basmıştı…

Bilge köyünde 6 gün kalmış ve ardından her iş gibi yazılacak haber kalmayınca Ankara’ya dönmüştüm. Sonrasında ben de ajans haberlerinden takip ettim Asumanı. Katliamdan altı ay sonra Asuman’ın karnındaki bebeğinin, yaşadığı üzüntü nedeniyle öldüğünü öğrendim. Sonra Asuman’ın eşinden resmen boşandığını ve teyzesinin oğlu ile evlendirildiğini. Sonrasını bilmiyorum…


Asuman’ın dramı bu topraklarda yaşanan acılardan sadece biriydi elbette. Haçlı seferlerini, Moğol istilasını, onlarca savaşı, büyük afetleri atlatan bu halk, maalesef hiçbir şeyden çekmedi kendi soydaşlarından, kendi dindaşlarından çektikleri kadar. Asumanların gözyaşları bugüne kadar dinmedi, korkarım ki bundan sonra da dinmeyecek….  

TÜRK SİYASAL HAYATINDA ÖZALLI YILLAR

1927'de Malatya'da doğumlu olan Turgut Özal, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünü bitirdi. Amerika'da yüksek lisans yaptı. Dünya Bankası Sanayi Dairesi'nde çalıştı. Sabancı Holding gibi bazı şirketlerde yöneticilik yaptı ve özel sektörü tanıma fırsatı buldu. 1960 darbesi sonrasında Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) kuruluş çalışmalarına katıldı. 1965 seçimlerinden sonra Başbakan Süleyman Demirel'in danışmanı olarak görev yaptı. 1967 yılında DPT Müsteşarı ardından da Başbakanlık Müsteşarı oldu.

24 Ocak 1980'de kamuoyuna açıklanan meşhur 24 Ocak ekonomi kararlarında onun imzası vardı. 24 Ocak kararları, o güne kadar mevcut olan devletçi politikaları kökünden sarsarak Türkiye’de liberal ekonomi dönemini başlatmış oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, 24 Ocak’ta alınan kararları uygulaması için darbecilerin kurduğu Bülend Ulusu Hükümeti'nde ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcılığı görevine getirildi. Bu göreve getirildikten 22 ay sonra, 14 Temmuz 1982 yılında kendi isteği ile istifa etti. İstifasından sonra 14 Aralık 1982'de ABD'ye giden Özal dönüşünde, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'e, parti kurma fikrini açtı. Askeri yönetimden olumlu sinyal alınca Anavatan Partisi'ni kurmaya karar verdi. Açıkça Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni ve daha az olarak da Necdet Calp’in Halkçı Parti’sini destekleyen askeri yönetimde, Özal'ın kuracağı partinin vitrin için iyi olabileceği kanaati hâkim idi. Askerlere göre Özal’ın partisi 2,5 uncu parti olacaktı.

ANAVATAN PARTİSİ VE SEÇİMLER

İstanbul Şişli’de Sadıklar Apartmanı’nda başlayan ve 20 Mayıs 1983’te Anavatan Partisi (ANAP) adıyla somutlaşan siyasi hareket, Özal’ın yıllardır bürokraside ektiklerinin hasadıydı. Mehmet Altınsoy’dan Bedrettin Dalan’a, Cemil Çiçek’ten Adnan Kahveci, Vehbi Dinçerler ve Mehmet Keçeciler’e birçok isim listedeydi. 12 Eylül rüzgârı hız kesmesine rağmen, çoğu kimse parti listelerinde kurucu gözükmek istemiyordu. Parti kurucusu olarak verilen 37 ismin 30’u Millî Birlik Konseyi’nden kabul gördü. Eski bakan Vehbi Dinçerler’in anlatımıyla ‘Bir kişi ölse ya da istifa etse parti dağılabilecek’ noktadaydı. Özal, ANAP’ı kurarken büyük bir siyasi cesaret örneği sergilemişti. Üç yıl süren darbe yönetiminin ardından 6 Kasım 1983’teki genel seçimler ilk sınavıydı.

Kuruluşunun ilk yılında yüzde 45 oy ve 400 kişilik parlamentoda 212 milletvekiliyle Anavatan Partisi tek başına iktidar oldu. Özal, 45. Hükümet'in Başbakanı oldu. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan gibi isimlerin hapiste, partilerinin siyasi yasaklı olması, seçmenin askeri yönetimin devamını istememesi yeni bir parti olan ANAP’ın önünü açmıştı. Yeni Bakanlar Kurulu Mühendisler Kabinesi diye tanınıyordu. Kabinede kendisinden başka 9 mühendis bulunuyordu. Özal liderliğindeki Anavatan Partisi 1984 yerel seçimlerinde de oyların yüzde 41’ini alarak Ankara İstanbul ve İzmir başta olmak üzere birçok belediyeyi kazandı ve yeni siyaseti yerel yönetimlerle tanıştırdı. Özal, 1987 yılında yapılan genel seçimlerde de yüzde 36,3 oy oranı ile 292 milletvekili çıkartarak tekrar çoğunluğu sağladı ve 46. Hükümet'in başbakanı oldu.26 Mart 1989 günü yapılan yerel seçimler ise ANAP’ın çöküşünün başlangıcı idi. ANAP büyük bir oy kaybına uğradı. % 28 oy alan SHP birinci parti olurken ANAP’ın oy oranı yüzde 21’de kaldı ve büyükşehirleri SHP’ye kaptırdı. Turgut Özal, 31 Ekim 1989’da 6 yıllık Başbakanlığını geride bırakarak TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Özal’dan sonra Anavatan partisi 1991’e kadar sadece 2 yıl daha iktidarda kalabildi.

80’Lİ YILLARA DAMGA VURAN SİYASİ ÜSLUBU

Özal, sağ ve sol kavramlarını o güne kadar anlaşıldığı biçimiyle reddetmişti. Özal kendisinden önceki siyasetçilerden farklı olarak dört farklı siyasi eğilimi (Demokratik sol, liberal sağ, milliyetçi sağ ve İslami sağ) bir araya getirmeyi başarmıştır. Bu eğilimler aslında darbe öncesi en büyük partiler olan CHP, AP, MHP ve MSB’nin temsil ettikleri görüşlerdir. Erik Jan Zürcher’e göre Anavatan iktidarı, ideolojik akımlar ile çıkar gruplarının garip bir koalisyonu idi. ‘‘Geri kalmış Doğu Anadolu bölgesinin taşra kenti Malatya’dan geliyordu ve kendi çabalarıyla başarılı olmuş bir kişiydi. Onun mesleki yükselişi, köylülerin, gecekonduda yaşayanların, esnafın ve serbest meslek sahibi diğer kişilerin umut ve yükselme hırslarının somutlaşmış bir ifadesiydi. Özal bunlara kendi dilleri ile hitap edebiliyordu. Bu kesimi ‘orta direk’ olarak tanımlayan seçim sloganını, onları pohpohlamak için icat etmişti’’ Muhafazakâr bir yapısı olmasına rağmen bilinen muhafazakâr siyasetçiler gibi de değildi. İlk kez seçilmiş bir kadını, İmren Aykut'u Bakan yapması da bunun kanıtlarından biri idi.

Focus dergisinin ifadesiyle Özal, bir elinde Kur'an bir elinde bilgisayar olan bir politikacıydı. Özal “Benim iki gömleğim var, biri bayramlık diğeri idamlık” sözüyle kendisini Adnan Menderes ile özdeşleştirmişti. Rasyonel boyutu ile yüzü Batı’ya, manevi boyutu ile de yüzü Doğu’ya dönük olan Özal, din ve vicdan hürriyeti, ifade hürriyeti ve teşebbüs hürriyetini savunmuş muhafazakâr-demokrat bir siyaset adamı idi. Özal kuralları ve yasaları kutsamıyor, hadiselere tamamen pragmatist bir açıdan yaklaşıyordu. ‘Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz’, ‘benim memurum işini bilir’, sözleri bu özelliğinin dışa yansımasıydı. Bir zamanlar Süleyman Demirel’in ifadesiyle 70 cent'e muhtaç duruma düşen ülkenin dövize ihtiyacı vardı. Türk işadamlarının yurtdışındaki bankalarda milyarlarca dolar dövizi vardı Özal işte bu paraları Türkiye'ye getirmek için hayali ihracata göz yumdu. Hiçbir mal veya ürün ihraç edilmediği halde ihracat yapılmış gibi gösteriliyor, karşılığında vergi iadesi alınıyordu. Ancak, yapıldığı iddia edilen ihracatın karşılığı, döviz olarak Merkez Bankası kasalarına giriyordu. İhracata ödenen vergi iadesi, yani yurtdışındaki bankalarda bulunan dövizin Türkiye'ye çekilmesi için verilen prim, kredi faizlerinin yanında devede kulak gibi kalıyor ve üstelik vergi iadeleri Türk Lirası olarak ödendiği için, para yine Türkiye'de kalıyordu. Türkiye'nin bir kaybı olmuyordu, ama kazancı büyüktü. O, ülkenin çıkarları için gerektiğinde yasaların rafa kaldırılmasına göz yuman pragmatik bir politikacıydı. ‘‘iş yapmayan hata da yapmaz. Memleket hayrına iş yapmak elbette eleştirilmeyi de göze almaktır’’ derdi.


1.Körfez savaşı öncesinde kullandığı ‘Bir koyup üç almak’ sözü de ona aitti. ‘‘Seçimden önce zam yapacak kadar enayi miyim?’’ diyecek kadar açık sözlü bir siyasetçiydi. Marmaris Okluk koyunda şortla komutanları denetleyen Özal’ın, korumaları atlatıp üstü açık BMW'siyle hız yaptığı görülmüştür. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün açılışı sırasında kendi kullandığı Mercedes ile boğazdan geçerken eşine ‘‘Semra koy bir kaset neşemizi bulalım’’ dediği görüntü o dönemden günümüze Özal’lı yılları anlatmaya devam etmektedir. Dönemin tek tv kanalı TRT’de yayımlanan ‘‘İcraatın içinden’’ programında, elindeki kalemle icraatlarını anlatması da Türk Siyasi hayatında ondan kalan izlerdir. Spor giyimi seven Turgut Özal, yaz tatillerini çoğunlukla Marmaris Okluk Koyu'nda veya Göcek'te yatta geçiriyordu. Burada uzun mesafeli yüzen, mayo ve tişort ya da şort ile gezen Özal, spor giyimi ve "Cabbar" isimli papağanı ile gazetecilere poz verirdi. Özal, Okluk koyundaki yaz tatili sırasında, bir Zodiac bot ile hemen yakınlarda bulunan Karacasöğüt beldesine gitmiş ve bu gezisi sırasında, kırmızı ve bordo renklerden oluşan enine çizgili bir atlet ile şort giymişti. Özal bu kıyafetine, ‘‘Arı maya’’ ismini takmıştı. Davetlerde eşi Semra Hanım'ı kızdırma pahasına sandöviç atıştırmaya bayılırdı. Futbol maçı izlemek için stadyuma, müzik dinlemek için gazinoya gitmekten çekinmezdi.


TÜRKİYE’YE ÇAG ATLATTI

Sık sık kullandığı ‘Çağ atlamak’ tabiri onun ideallerini ve Türkiye’ye katkısını çok iyi anlatıyordu. Özal yönetimindeki ANAP iktidarları, kimine göre kısa yoldan köşe dönmeciliğin, kimilerine göre çağ atlamanın iktidarıdır. Özal'lı yıllar, hayatımıza ‘orta direk’, ‘KDV’, ‘Banker’, ‘özelleştirme’, ‘esnek döviz kuru’, ‘kredi kartı’, ‘hayali ihracat’ gibi kavramları kazandırdı. Özal hükümetlerinde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık yüzde 5 oranında büyümüştür. Türkiye yaygın anlamda kayıtlı ekonomi ile onun döneminde tanışmıştır. Özal hükümetleri ülke ekonomisinin serbest piyasaya entegrasyonunu hızlandırmak için büyük çaba sarf etmiştir. 

Ankara-İstanbul otobanı, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, köprülü kavşaklar, dünyanın her yeriyle konuşulabilen telefon, çok kanallı renkli televizyon, ülkenin bilgisayar, faks ve yazarkasa kullanması ve su şebekesinin köylere ulaşması Özal iktidarlarında gerçekleşti. Dünya ticaretinin yavaşladığı 1980-1988 döneminde dünyada ihracat % 40 artarken, Özal hükûmetlerinin tedbirleri sayesinde Türkiye’de % 300 arttı. 1980’de ihracatımız 2,9 milyar dolar iken 1988’de 11,6 milyar dolara yükseldi. İhracatın tarıma dayalı yapısı kırıldı; 1979’da ihracatta sanayi ürünlerinin payı % 35 iken Özal döneminden sonra % 80’e erişti. GAP projesi başlatılarak 8 milyar dolar (100 trilyon TL) harcama yapıldı, bu projenin en önemli ünitesi olan Atatürk Barajı 4 yılda yerli kaynak, yerli müteahhit ve yerli işçinin emeğiyle tamamlandı. Türkiye güvenilir ve bol elektrik enerjisi ve ithali imkânına kavuştu. Bütün köy ve mezralara elektrik götürüldü.

Yeni kurulan Savunma Sanayii Fonu ve idaresi ile modern araç ve gereçlerin yurtiçinde imal edilmesine başlandı. Türkiye, F-16 savaş uçaklarının üretimine ortak oldu. 420 milyon dolarlık turizm geliri, 1990’da 3,2 milyar dolara yükseldi. Dış müteahhitlik geliri ve yabancı sermaye girişleriyle 1,2 milyar dolarlık döviz rezervi 1991’de 12 milyar dolara yükseldi. Türkiye döviz korkusunu yendi. 1983’te 1,5 milyon olan otomatik telefon hattı abonesi 9 milyona çıktı. Organize sanayi bölgeleri ve küçük sanayi siteleri yapımına öncelik verildi. 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’nda gerekli değişiklikler yapılarak, Türkiye dünyanın en rahat kambiyo rejimlerinden birine kavuşturuldu. Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Fonu (FAK-FUK-FON) kuruldu. İhtiyaç sahiplerine ayni ve nakdi yardımlara başlandı. 1986’da İstanbul Menkul Kıymetler Borsası faaliyete geçti. 1988’de yabancı yatırımların Türk sermaye piyasasına girmesine imkân tanındı. Özal hükümetlerinde kent nüfusları artarken kırsal nüfus azalmaya başladı. İlk kez 1984’te çıkarılan ve daha sonraki yıllarda da kapsamı gittikçe genişletilen gecekondu aflarıyla, gecekondular kentsel ranttan pay almanın başlıca araçlarından birine dönüştü ve imar planlaması büyük ölçüde etkisini yitirdi.1985’te çıkarılan İmar Kanunu’yla kentsel rantların dağıtımında yerel yönetimlere yeni roller yüklendi. Yetkileri artan belediyelerin ürettikleri spekülatif imar kararlarıyla ve denetimsiz imar yetkileri kaçak/yasak arsa ve arazi rantını yükseldi. 1984-1989 arasında ANAP’lı İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, İstanbul’un sahillerini imara açan başkan olarak tarihe geçti. Toplu Konut Fonu kurularak, devlet toplu konut üretmeye başladı.

DEMOKRATİKLEŞME-SİVİLLEŞME-TERÖR

Özal hükümetlerinin belki de en kötü hatırası 1984'te ortaya çıkan terör örgütü PKK ve kanlı baskınlarıdır. Dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın, "Dağdaki üç beş çapulcu" diyerek örgütü küçümsemesinin bedeli, Türkiye’ye pahalıya mal olmuştur. Özal Cumhurbaşkanı olduğu dönemde 6 Eylül 1991'de, ‘‘Federasyon dahil her şeyi tartışmalıyız’’ dediğinde Türkiye’de adeta yer yerinden oynamıştır. Özal 3 Mayıs 1992'de bu sözüyle federasyon dâhil her şeyin tartışılmasıyla, federasyonun ne kadar Kürtlerin aleyhine olacağının bütün açıklığıyla ortaya çıkmasını istediğini anlatmıştır. Özal, Güneydoğu konusunda hâlâ tabular olduğuna inanıyordu. O tabular da yıkılmalıydı. Serbestlikten, herkesin fikrini serbestçe söylemesinden korkulmamalıydı.


Özal, Kürtçe'nin serbestçe konuşulmasında, Kürt kimliğinin tanınmasında ve Kürtlere kültürel haklarının verilmesinde ısrar ediyordu. Türkiye'deki Kürt tabusunu ‘‘Annem Kürt'tü’’ ve ‘‘Türkiye'de 15 milyon Kürt var" sözleriyle yıkan Özal, ‘‘Kürt sorununu çözmeden ölmeyeceğim’’ diyordu. Özal’ın Kuzey Irak’taki Kürt siyasi liderlerden Barzani'ye uluslararası alanda rahat seyahat edebilsin diye Türk Pasaportu (kırmızı pasaport) vermesi de hala tartışılmaktadır. 1987’de Anayasa paketini yasalaştıran ANAP, darbe döneminin yasaklı siyasi figürlerinin halk oylaması ile siyasete dönmesinin önünü açtı. Ancak daha sonraki yıllarda bu adımını siyasi bir hata olarak değerlendirdi.


Özal’ın askeri vesayetin gerilemesine de katkısı olmuştu. Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Necdet Öztorun 30 Ağustos 1987'de emekli olacaktı. Teamüllere göre Orgeneral Necip Torumtay, Üruğ’un yerine Genelkurmay Başkanı olacaktı. Ancak Üruğ, kendisinin yerine Öztorun’un gelmesi için erken emeklilik istedi.Özal, Evren ile de anlaşarak Necdet Öztorun ve Necdet Üruğ'u görevden aldı. Bu adım asker sivil ilişkileri açısından bir devrim niteliğinde idi. Türk Ceza Kanunu'ndaki 141 ve 142. maddelerin kaldırılması halinde komünizmin, 163. maddenin kaldırılması halinde şeriatın geleceğinden korkanların aksine, o, ‘‘Bir grup var, irtica denince tüyleri diken diken oluyor. Bir başka grup var, komünizm deyince tüyleri diken diken oluyor. Bunların zamanla yumuşaması lâzım’’ diyordu. TCK'daki 141-142 ve 163. Maddeler onun döneminde kaldırıldı. Bu maddelerin kaldırılmasıyla Türkiye'ye komünizmin de, şeriatın da gelemeyeceğini kanıtladı.


Demokratikleşme yolunda attığı önemli adımlardan biri de, merkezden bağımsız yerel örgütlenmeleri ön plana çıkarması ve güçlendirmesi oldu. "Biz demokratik sistemin temelini mahalli idarelerde görüyoruz" derken, bunu hayata geçirmeyi de başardı ve belediyelere daha çok söz hakkı, daha çok özerklik ve daha çok gelir imkânları sağladı. Özal iktidarı 1987’de Türkiye’de insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı bir süreçte vatandaşlara Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne “bireysel başvuru” hakkını tanıdı. Yine Özal hükümeti, 1988’de “İşkencenin Önlenmesine Karşı Avrupa Sözleşmesi” ile “İşkenceye Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”ni imzaladı.

ÖZAL’IN DIŞ POLİTİKA YAKLAŞIMI

Özal, batı ile entegrasyonu hedef alan bir dış politikayı benimsemiş olsa da Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı olduğunun farkındaydı. Özal döneminde geleneksel içe dönük, pasif ve aşın ihtiyatlı dış politika onun sayesinde yerini insiyatif alma yeteneğine sahip, aktif ve cesur bir dış politikaya bıraktı. 1987’de Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusu yapan Özal hükümeti, bu hedefi güçlü bir şekilde savunmuştur. Özal, 1987 yılında Türk ve Yunan savaş uçaklarının it dalaşı nedeniyle ortaya çıkan Ege Denizi krizinin ardından Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreau ile birlikte iki ülke arasındaki diyaloğu geliştirmek amacıyla inisiyatif aldı.


Bu çerçevede, 1988'de Türkiye ile Yunanistan arasında Davos Anlaşması imzalandı. Dışişleri Teşkilatı ile ters düşmekten çekinmedi. Onun dış politika anlayışı hesaplı riziko almak, büyük düşünmek, hareketlilik ve cesarete dayanıyordu. Bu yönleriyle kendi dış politikasını Atatürk'ün dış politikasına benzetirdi. Özal'a göre siyasi anlaşmazlıkların giderilmesi ve siyasi ilişkilerin düzeltilmesinde ‘‘ekonomik işbirliği’’ ile ‘‘kişisel dostlukların’’ büyük önemi vardı. Özal, ABD eski Başkanı George Bush'la dostluğunu aileler düzeyinde geliştirmişti. Bush Özal'a ‘‘Biraderim Turgut’’ diye hitap ediyor, Özal'ın yakın şahsi dostlarından biri olan İngiltere eski Başbakanı Bayan Margareth Thatcher, Özal'a takdir ye hayranlığını ‘‘Ben de Özalcıyım’’ sözleriyle açıklıyordu. Dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlar Özal sayesinde Türkiye'nin adını duydu ve Türkiye'yi tanıdılar.

Uluslararası televizyon istasyonları, radyolar ve gazeteler, Özal sayesinde Türkiye ile ilgili yayınlar yapmaya, programlar hazırlamaya başladılar. Özellikle Körfez savaşı sırasında karizmasını ön plana çıkararak, sürekli kendisinden, dolayısıyla Türkiye'den söz edilmesini sağladı. Körfez Savaşı sırasında ABD Başkanı Bush'un fikirlerine değer verdiği ve önemli konuları sürekli danıştığı lider olarak, uluslararası boyuta çıkmayı ve uluslararası liderler arasına girmeyi başardı. Özal'ın, Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak birbirlerinin vatandaşlarına vize uygularken, ‘‘Yunanlılardan vize istenmeyeceğini’’ açıklaması da, ülkesindeki Türk azınlığa soykırım uygulayan Bulgaristan'ın eski Devlet Başkanı Todor Jivkov'a ‘‘Bulgaristan'daki bütün Türkleri kabule hazırız’’ diyerek meydan okuması ve arkasından kapıları açması da, Irak'ta Saddam’dan kaçan 200 bin Kürt'ü topraklarımıza kabul etmesi de, ulusal ve uluslararası alanda büyük yankılar uyandıran cesur dış politika girişimleriydi.